Konya Bölge İdare Mahkemesi Dairesi Başkanı Nazım Taha Koçak “Savaş ve Göç” başlıklı yazısında, gerçekleştirdiği göçler ile tarihi ve siyasi birçok değişikliğe neden olan Türk milletinin devlet geleneğinde, din, dil ve ırk ayrımı yapılmaksızın zorda kalan ve yerlerinden edilenlere her zaman kucak açtığını ifade etti.
Derginin sekizinci sayısındaki yazıda Nazım Taha Koçak, tarih boyunca çoğu ülkenin, gerek kaynak (göç veren) gerek transit (geçiş güzergahı olarak kullanılan) gerekse de hedef (göç alan) ülke olarak göçle karşılaştığını belirtti. Koçak “Ülkelerin ve dolayısıyla milletlerin tarihin bir döneminde muhatap olduğu göç olgusu, günümüzde gelişen olaylar da dikkate alındığında savaş zaviyesinden değerlendirilmeye muhtaç bir meseledir.” dedi.
‘İLK ÇALIŞMALAR MİLLETLER CEMİYETİNDEN’
Savaşa dair uluslararası düzenlemelerin tartışılıp kabul edilmesinin hemen ardından savaşın bir sonucu olan göç ve mülteci hukukunun uluslararası toplumun gündemine geldiğini bildiren Koçak şöyle devam etti: “Mülteci hukukuna ilişkin ilk çalışmaların, Milletler Cemiyeti tarafından yürütüldüğü görülmektedir. Bu kapsamda Milletler Cemiyeti çerçevesinde, iki ya da daha fazla devletin taraf olduğu, mültecilerin hukuki statüsünü tanımlamak amacıyla bazı sözleşmeler imzalanmış, 1938 yılına gelindiğinde, Almanya’dan gayri iradi olarak göç eden kişilere yardımcı olmak amacıyla Hükümetlerarası Mülteciler Komitesi’ni kurmaya karar vermişler; ancak söz konusu Komite çerçevesinde yapılan mülteci tanımları, devletlerin tam desteğini alamamış, ortak bir tanım üzerinde fikir birliğine varılamamıştır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ise konuya kuramsal ve soyut bir açıdan yaklaşmak ihtiyacının hasıl olması neticesinde, Birleşmiş Milletler tarafından, Mültecilerin Hukuki Durumuna Dair Sözleşme, 28 Temmuz 1951 tarihinde Cenevre’de imzalanmış ve 22 Nisan 1954 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Türkiye sözleşmeyi 29 Ağustos 1961 tarihinde, 359 sayılı kanunla onaylamıştır.”
TÜRK DEVLET GELENEĞİNİN YAKLAŞIMI
Bozkır göçebe kültürüne sahip olan, gerek M.S. 6. yüzyılda vuku bulan Kavimler Göçü ile gerekse de M.S. 11. yüzyılda Anadolu’ya gerçekleştirdiği göçler ile tarihi ve siyasi birçok değişikliğe neden olan Türk milletinin devlet geleneğinde, din, dil ve ırk ayrımı yapılmaksızın zorda kalan ve yerlerinden edilenlere her zaman kucak açıldığının görüldüğünü ifade eden Koçak yazısında şunları belirtti:
“1492 yılında on binlerce Yahudi’nin İspanya’dan gemilerle kurtarılarak Osmanlı İmparatorluğu topraklarına getirilmesi, 1709 yılında İsveç Kralı Şarl’ın beraberindeki yaklaşık 2 bin kişilik grupla birlikte Osmanlı İmparatorluğuna sığınması, 1718 Pasarofça Antlaşması’nın ardından Macar Kralı II. Rakoczy Ferenc’in Osmanlı İmparatorluğuna sığınması, 1848 Macar özgürlük savaşını kaybeden Prens Lajos Kossuth ve yaklaşık 3 bin Macarın 1849’da Osmanlı İmparatorluğu’na gelmeleri, 1856-1864 senesinde ise Rus ordusundan kaçan yaklaşık 1 milyon 500 bin Kafkas nüfusunun Osmanlı İmparatorluğu topraklarına kabul edilmesi; Cumhuriyet döneminde de 1922-1938 yılları arasında Yunanistan’dan 384 bin kişinin, 1923-1945 yılları arasında Balkanlar’dan 800 bin kişinin, 1988 yılında Irak’tan 51 bin 542 kişinin, 1989 yılında Bulgaristan’dan 345 bin kişinin, 1991 yılında I. Körfez Savaşı’ndan sonra Irak’tan 467 bin 489 kişinin… Nisan 2011 – Mart 2019 arasında Suriye’de yaşanan iç karışıklıklar nedeniyle yaklaşık 3.6 milyon kişinin Türkiye’ye gelişi göç olgusuna karşı Türk devlet geleneğinin yaklaşımını bariz bir şekilde ortaya koymaktadır.”
SİYASİ SOSYOLOJİK ETKİLERİ VAR
“Basit bir demografik değişiklik olarak nitelendirilemeyecek göçün siyasi, iktisadi, sosyolojik vb. birçok etkisinin olduğu açıktır.” diyen Koçak yazısına şöyle devam etti: “Ulusal devletlerin bahsi geçen etkilerden ari bir gelecek düşüncesi savaşın olduğu bir dünyada söz konusu olamayacaktır. Tel örgüler ve kalın duvarlar, ayağa takılan çelmeler; ölümden kaçanlar için sadece geçici engeller mahiyetindedir. Akletme, düşünme gibi diğer canlılara göre üstün özelliklere sahip olmasına karşın aceleci ve hırslı yapısıyla yeryüzünde fesat çıkarıp kan dökebilecek bir potansiyele sahip olması nedeniyle insanoğlu var olduğu sürece savaşların kaçınılmaz olduğu bir gerçektir. Savaşlar olduğu sürece de gerek mallarını gerekse de canlarını korumak adına yaşadığı coğrafyayı terk ederek başka coğrafyalara yol alacak insanlar her zaman var olacaktır. Serüveni cennetten dünyaya göç ile başlamış insanlık için göç olgusu, bir vicdan sınavı olarak gündemde kalmaya devam edeceği gibi; siyasi, hukuki, iktisadi ve sosyolojik bir sorun alanı olarak da aktüelliğini yitirmeyecektir.”